Özşefkat

Bir sahil kenarında kuş sesleri ve dalga sesleriyle bedenini, zihinini dinlendirirken; o dinginliğin iyi geldiğini hissettiğin ve daha fazlasına kendine layık gördüğün anda hissettğin histir öz şefkat. Güneşin yüzünü ılık ılık ısıttığını, bacaklarını sardığını, yosun ve tuzlu su kokusunu kuşların bağırışları eşliğinde içine çekerken hissettiğin dinginliği hatırla. Hayatında ne sıklıkla veya kaç kere bu dinginliği yaşıyorsun? Zihninin ve bedeninin ihtiyaçlarına ne kadar hakimsin? İhtiyaçları sıralarken hangilerine daha çok öncelik verip hangilerine hiç yer vermiyorsun? Peki yer vermediklerine ne kadar ihtiyacın olduğunu biliyor musun?

Kendini acımazsızca eleştirdiğin zamanlar olmuştur. Bir yanın seni korur, o kadar da hak etmediğini söyler bu eleştirileri. Bir yanın ise eleştiride ne haklı olduğunu ispatlamaya, hipotezler sunmaya devam eder. Hak etmediğini söyleyen, eleştirileri yumuşatan tarafının sesini televizyondaki volüme düğmesi gibi düşün. Öyle bir anını hatırla, o ses sıfır ile yirmi arasında hangi seviyeye denk geliyor? Başka bir örnekle öz bakımının bütünlüğüne sıfır ile yirmi arasında hangi seviyede pay biçersin? Bunların cevabı, büyük oranda kendine ne kadar sıklıkla şefkatle sarıldığınla doğru orantılı. Kendine sarılmak da neyin nesi diye sorabilirsin. Depresyon hırkası, depresyon çorabı, depresyon battaniyesi, yorganı, sevgilisi… Bunlar kendini düşük hissettiğinde seni bir bütün olarak tutmak, dağılmanı engelleyecek, sarıp sarmalayacak, kısaca ihtiyaç duyduğun şeylerin başında gelebiliyor. Temelde şefkat duygunu besleyen bu eylem veya materyaller iyi hissetmene yardımcı oluyor. Dağılmış kalbini, karışmış zihnini, bulanmış duylarını sarıp sarmalıyor. Bunlara somut olarak kötü hissetiğimiz anlarda ihtiyaç duyuyoruz. Şefkat hissine her zaman ihtiyacın olduğunu ve bunun adının öz şefkat olduğunu söylesem? Dağıldığımız zamanlarda yoğun bir şekilde hissettiğin bu duygu, yaşamında aktif olarak kullanabilirsen dağıldığın zamanlarda bu kadar karmaşık ve dağılmış hissetmemene yardımcı olacak güçte bir şey. Egzersiz yapmak gibi düşün. Egzersiz yapmayı hayatına yerleştirmiş biri ağır bir yük kaldırırken; hayatında hiç egzersiz yapmayan biri ağır bir yük kaldıracağı zaman, ikisinin de ağırlığa karşı verecekleri tepki farklı olacaktır. Hiç egzersiz yapmayan kişiye daha ağır gelecek ve sonrasında belki kas ağrıları yaşayacak. Egzersiz yapana ise yine aynı ağırlıkta ama halledilebilir gelecek ve sonrasında bir ağrı yaşamayacaktır. İşte kendine gündelik hayat akışında yer verdiğin şefkat, zorlu zamanlarında senin daha kolay atlatmana ve daha başedilebilir karşılamana yardımcı olacaktır.

Özsaygı

Arkadaşınız size verdiği sözü tutmadığında nasıl hissedersiniz? Temelde hayal kırıklığı, öfke, üzüntü, güvensizlik ve bilumum yan duygular. Bu durum birden çok kez tekrarlandığında karşınızdakine güvenmemeye başlar, davranışlarına kuşkuyla bakar, ona duyduğunuz saygının azaldığını görürsünüz.

Şimdi kendi kendinize koyduğunuz hedefleri, sözleri, vs. düşünün. Tabi özne kendimiz olduğumuzda savunma mekanizmalarımız çok daha güçlü çalışmakta. E çünkü kendimizi korumak, dağılmayı önlemek için bu mekanizmalara ihtiyacımız var. Uzun vadede veya kısa vadede ulaştığınız bir hedefte yaşadığınız doyumu hatırlayın. Tamamlanmışlık duygusunu yaşadığınız, tatmin olduğunuz, mutlu olduğunuz, benliğin bütünlüğünü hissettiğiniz, öz şefkatinizin yüksek olduğu, özgüveninizin arttığı o anı … Bu bir başkası olsa onunla gurur duyardınız veya tam tersi haset edebilirdiniz. Gurur ve saygı ortak paydada birleşebilen iki yüksek duygudur. Gurur duyduğunuz şeye saygı da duyarsınız. Hedeflere ulaştıkça tamamlanmışlık hissi ve kendinize duyduğunuz saygı artar.

Bazen hayat umduğumuz gibi gitmez. Ya umduğumuzun tam tersi olur ya da umduğumuzun biraz eksiği olur. Ama biraz eksik bile bize olmamış gibi gözükür. Hedefler, verilen sözler gerçekleşmeyince hayal kırıklığının yanında olumsuz duyguları hissetmek çok normaldir. Bunlar üst üste gelince ise hep böyle gideceği konusunda kendimizi ikna ederiz. Hedefin gerçekleşmeme nedeninde diğer etmenleri muhakeme etmeyiz ve en yakındaki kendimize fatura çıkarırız. Böylece özsaygımıza olan darbeleri indirmeye başlarız. Bu bir saatin dişlisi gibidir. Kendimize karşı gaddar oldukça şefkatten uzaklaşırız, şefkat görmeyen bütün bakımını aksatır, bakımı azalan siz özgüveniniz azalır ve özsaygınızı zedelemiş olursunuz.

Hedef belirlerken kendinizi tanımanız çok önemlidir. Çevresel koşulları da göz önünde bulundurarak, kendi sınırlarınız dahilinde atılan her adım özsaygınıza katkı sağlayacak basamaklardır. Çünkü günün sonunda gerçekleşen pozisyonlar kendi hanenize yazacağınız ve kıvanç duyacağınız puanlarınızdan meydana gelen özsaygıdır. Kendinizi ne kadar iyi tanırsınız o kadar sağlam adımlar atarsınız bu da kendinize olan güveninizi arttırır. Kendinizi tanımanın yolu ise bakım ve şefkatten geçer. Dinlemek, ana odaklanmak, istekleri duymak, sevmek, ihtiyaçlara yönelmek beden ve

zihninizin hakkıdır. Bunları karşıladığınız zaman sınırlarınızı da keşfetmeye başlamış olursunuz. Başlamış olursunuz diyorum çünkü insanın kendini keşfi yaşamının en keyifli, maceralı anlamıdır. Hayat boyu sürer. Bu öyle bir uğraştır ki asla sıkılmaz, deneyimden deneyime aktarılan her duygu çok kıymetlidir. Kıymetli olduğu için şefkat gösterilesidir. Kıymetli olan şey saygı duyulasıdır. Değer görendir. Bakım isteyendir. Tüm bunların farkında olmak ise en önemlisidir

Özbakım ve Dayanıklılık

Aynaya her sabah bakıyoruz yüzümüzü yıkarken, kendilik değerimiz ise benliğimize her an bakıyor. Ne demek bu? Günler geçiyor, anlarımız değişiyor, zaman değişiyor, mevsimler geçiyor; bir an önceki ben ile şu anki ben aynı değiliz. Mevsimler bile renk, hal, duygu değiştirirken; biz nasıl stabil kalabiliriz. Ki insan duygu renginin skalası en geniş olan varlık… Duygu değişimlerimizi her şey etkileyebiliyor. Özellikle mevsimlerin bunun üzerinde çok etkisi var ama bu ayrı yazı konusu olabilir. Bu değişimler bizi ne kadar etkiliyor peki? İnsan bu kadar hassas bir varlıkken değişimlerden etkilenmeye (her insan kendi nezdinde farklı olaylar-durumlardan farklı şekilde etkilenir) psikolojik dayanıklılığımızı nasıl sağlayacağız diye çok sormuşsunuzdur. Ya da farklı bir deyişle dünya bu kadar tehlikeli bir yerken kendimi nasıl koruyacağım, bu kadar stresliyken nasıl sağlıklı düşüneceğim, bu kadar kaygılıyken nasıl işime odaklanacağım, gibi gibi…

İnanın tüm bu sorular o kadar insani ve doğal ki… Elbette pek çok şey yazılabilir ama bu yazıda öz bakımın psikolojik dayanıklılıkla ilişkisinde bahsedeceğim. Psikolojik dayanıklılığımız bizi zorlu durumlarla karşı karşıya kaldığımızda ‘ne kadar dayanabiliriz’i ölçen bir sistem gibi düşünürsek, sistemin güç kaynağı biz oluruz. Güç kaynağını ne kadar besler, büyütür, saçını okşar, şarkılar söyler, kitaplar-şiirler okur, vs. bakımını yaparsak; o kadar sağlıklı ve sağlam olur. İşte bu bakıma öz bakım diyoruz. Fiziksel, ruhsal ve mental olarak bir bütün olarak düşünürsek ne kadar dengeli bir bakım sağlarsanız o kadar güçlü ve dengeli bir sistem kurmuş olursunuz.

Ben iddialı bir cümle yazacağım: öz bakım ruhta, düşüncede yani psikolojimizde başlar diyorum ben. Daha sonra mental ve fiziksel olarak tam anlamıyla gelişir ve dayanıklılığımızı sağlar. Size şunu yapın bunu yapın diye liste vermeyeceğim elbette çünkü siz kendinizi şu aşamada benden çok daha iyi tanıyorsunuz. O yüzden kendinizle konuşmanız ve listeyi kendiniz yapmanız için sufle vereceğim.

Neye ihtiyacım var? İhtiyacım olan şey neye hizmet ediyor? Bunu elde edince nasıl hissedeceğim? Bana uzun vadede yararları neler? Kısa vadede yararları neler? Nasıl elde edebilirim? İlk yapmam gereken ne olurdu? ….

Bu bir çikolata almak da olabilir, bir duygu da çok ütopik bir şey de. Ütopik bir şey olsa bile altında yatan duyguyu, ihtiyacı çıkarabilirsen onu bile elde edebilirsin. Mesela “ben kral olmak istiyorum!”. Gayet makul, zihninden geçen her şey senin makulün. Kral olmak; saygın olmanın, sözünüzün dikkate alınmanın, sosyal açıdan görünür kılınmanın ve lider olmanın bir simgesi olduğunu varsayın. İşte bunlardan yola çıkarak bu soruları kendine sorabilirsin.

Ruhsal olarak istekleri, arzuları doyurulmuş; soruları cevaplanmış; yaraları sarılmış bir benlik fiziksel ve mental olarak da sağlıklı bir uyumu yakalar. Yakalayamasa da bunun için çabalar. İşte tüm bu çaba, bütünlüğü kurma çabasıdır öz bakım. Biraz da öz şefkat gerektirir. Bu da bir sonraki yazının konusu olsun. Her sabah aynaya bakarken, günlük rutin bakımınızı yaparken yüz yıkama, diş fırçalama kadar rutin olan duygularınızı da kontrol edin ne kendinize nasıl hissettiğinizi sorup, cevap verin. Öz şefkatin başladığı yer tam da burası kendinizi dinlemek…

Evrenin Orkide ile Gönderdiği E-mail

Bu yazımda orkide bakarken ne yapmamanız gerektiğinden bahsedeceğim. Tabi bu yazımın teknik kısmı; lirik kısmı ise orkide yetiştirmeye çalışırken yine açtığı pencereden neler gördüğümü aktarmaya çalışacağım.

 

Orkideler asil, nazlı ve hassas çiçeklerdir. Aslında neye göre kime göre? Uygun ortamı verdiniz mi en dayanıklı, en ilgi istemeyen, vs. çiçeklerdir. Tamam, uygun ortamda da olmayan ortamda da olan tek bir özelliklerini söyleyeceğim “ŞIMARTILMAKTAN HOŞLANMAZLAR”. Ne demek bu? Bazı çiçekler sürekli ilgi ister. Mesela halk arasında “camgüzeli” denilen bitkinin çok güzel çiçekleri vardır. Yapraklarının parlak, canlı bir yeşil olması ve çiçeğinin rengiyle oluşturduğu dikkat çekici kontrast etkisi cam güzeli denmesinin sebebi olabilir. Bu güzel çiçek yaprak döker, yapraklarının tozlarının temizlenmesi gerekir, sık su ister, ihmal etmemek gerekir çünkü gövdesi odunsu olmadığı için çok dayanıklı değildir. Gel gelelim orkideye; orkide oldukça disiplinli bir bakım ister kendine has toprağı, kendine has beslenme stilleriyle aykırı bir yapısı vardır. Uygun koşulları sağladığınız sürece başka hiçbir şey istemez. Rahatsız edilmek istemez, aksi takdirle buruşturur yapraklarını, kurutur dallarını. Dikkat edilmesi gereken en önemli şey köklerden güneş enerjisini aldığı için cam bir saksıya ihtiyacının olmasıdır.

 

Orkide yetiştiremediğimi düşünürdüm. Önceki deneyimlerime bakarak bunu söyleyebilirdim. Arkadaşlarım bana doğum günlerimde hediye olarak gönderirdi yaza varmadan soldururdum. Üstüne üstlük yaşasın diye yapmadığım işkence kalmazdı. Eğer çiçeklerinizin çiçek açmasını istiyorsanız onları bir-iki gün kapkaranlık bir ortama koyun, neslinin tükendiğini düşünerek strese girip üretime geçecek ve çiçek açacaktırlar. Ben de bunu denedim açtı açmasına çiçek ama sadece görüntü düzeldi, sadece çiçek açmış oldu yani sadece semptom giderildi hastalık baki kaldı. O kadar çok düşmüştüm ki üzerlerine, kök budamaları yapıyordum kendilerine gelsinler diye yine strese girsinler ve kökleri uzasın diye. Bu tedavi yöntemlerini üst üste deneyince çiçek yıldı artık. Zaten fazla ilgi istemeyen bir çiçek bu kadar mıncıklanınca ölümü hızlandı. En son doğum günümde bana yine bir çiçek geldi. Bu zamanlara kadar solması lazımdı eğer Covid olmasaydı ve ben işe devamlı gidiyor olsaydım. Çünkü son bıraktığımda yine yaprakları buruşmuştu, bekliyordum hazin sonu.

 
 

Geçen hafta işe gittiğimde işlerin öyle olmadığını gördüm. Tomurcuklanmış, keiki vermiş (bu biraz düşündürücü çünkü orkideler ölmeye yakın neslini sürdürmek için yine stres sonucunda yavru verebiliyor) ve dallarını daha yeşil buldum. 2,5 aydır ilgilenmediğim

orkideler toparlanmıştı. Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur atasözümüz burada “Not Found 404” hatası verdi, beynimin içinde hata veren pencereler açılıp durdu. Saksıyı kaldırdığımda saksının içinde kendine has bir habitat oluştuğunu fark ettim. Küçük yosun parçaları büyümüş uzamışlar ve orkide

toprağını nemli tutmayı sağlamışlar, gelen güneşle sürekli bir devir daim yaşanıyordu cam kavanozun içinde. Fotoğrafını koyunca daha iyi anlayacaksınız. Sonuç olarak orkide yolunu bulmuştu. Gittiğim kurstaki hocam orkidelerin sürekli bakım istemediğini, onları bir köşeye bırakmamızı ve unutmamızı, ilgiden hoşlanmadıklarını, ilgisizlikle ne kadar güzel olacaklarını söylemiştir. Bunu orkidenin saksı dışında doğada yetiştiği yerleri öğrenince daha iyi anladım. Genetiğinde savaşçı bir karakter var. Birçok çeşidi var orkidenin tabi ki fakat başka bitkiler (ağaçlar) üzerinde, toprakla ilgisi olmadan gelişen tür orkideler var, kullandığımız toprak bu ağaçların kabuklarından elde edilir zaten. ‘Ağaç üzerindeyken asalak değildir, yani ağaçtan besin almaz; sadece tutunacak bir yer olarak kullanırlar. Böylece orman tabanına göre daha fazla ışık alır ve yerden yüksekte olduğu için daha kuvvetli hava akımlarına maruz kalırlar.’ Hal böyleyken, hava şartlarına maruz kalan, ağaçtan besin almak varken kendi imkânlarıyla yüzeyinde yaşam mücadelesi veren, besin aldığı kökleri yer yüzeyine oldukça yakın ve tehlikelere açık olan bu bitki adaptasyonunu oyunda dayanıklılık ile hayatta kalma itemleriyle sağlıyor. Kartları sağlam gibi. Ben ise bitkiye “camgüzeli” bakımı yapmış bulunuyorum. Deneyimlemeden bilemezdim değil mi? Benim aylarca uğraşıp yapamadığım ortamın hiçbir şey yapmadan kendi kendine oluşacağını… Hayat bazen böyle, ben buna şey diyorum klasik olacak ama evrenin “sen bakarken soyunamam” demesi gibi…

 
 

Dipnot: Yazımda kullandığım kaynağı buraya ekliyorum. Orkideyle ilgili daha profesyonel bilgiler için bu sayfadan A’dan Z’ye her şeyi öğrenebilirsiniz.

http://www.megep.meb.gov.tr/mte_program_modul/moduller_pdf/Tohum%20Ile%20%C3%87o%C4%9Falt%C4%B1lan%20Kesme%20%C3%87i%C3%A7ek%20S%C3%BCs%20Bitkileri%20Yeti%C5%9Ftiricili%C4%9Fi.pdf
 

Dipnot 2: Salepin bir orkide çeşidinin köklerinden elde edildiğini biliyor muydunuz? Salepgiller familyasının soğanlarından üretiliyor. Endemik bir çeşit olduğundan ve neslinin tükenme tehlikesi yaşadığından için doğada bulunanları toplamak yasaktır. Yetiştirmek için tarım bakanlığından tohum talep edip uygun şartlarda yetiştirebiliyorsunuz.

 
 
 

Dipnot 3: Şuraya açmaz daha çok minikler dediğim ama açmaya yüz tutmuş yeni çoğalttığım minik menekşelerimin resimlerini de koymak istiyorum çünkü konuyla ilgili bunlar da, evrenin minik sürprizleri…

 
 
 

Sineklenen Çiçekler

Hayatta bazen iyi olsun diye yaptığım şeyler minik rahatsız edici sineklerin oluşmasına sebebiyet verebiliyor. Yoğun bir duygu gelişmemesiyle beraber tadım kaçıyor sadece.

 

Evet, yine çiçeklerimden aldığım bir dersi paylaşacağım…

Aloa veralarımı çoğaltırken, yavruları yeni saksılara alıp yeni toprakla yeni evlerini oluştururken bu sefer farklı bir şey denemek istedim. Üstlerini orkide toprağı yani ponza taşı koydum. Hem toprağı sıcak tutar ve nemli tutar her zaman su vermeye gerek kalmaz diye düşündüm. (Aloa vera her zaman su isteyen bir bitki değil, tamamen benim işgüzarlığım) Gel zaman git zaman renkleri solmaya, dibinden verdikleri sürgünler çürümeye başladı. Dedim ki; yeni evlerine geçme sendromudur, düzelir. Genelde öyle oluyor, sonradan toparlıyorlar çünkü. E kolay değil alışık olduğun topraktan ayrılıp yeni saksı ve toprağa geçmek. Kökleri üzerlerinde durmaları için zaman verdim onlara. Saksıları değiştirirken bu süreci kolay atlatmaları için bir tutam da ayrıldıkları saksıdan toprak koyuyorum, yolluk. Velhasıl kelam, aradan 3 ay geçti toparlamak yerine sinek dolmaya, yüzeyleri yosun tutmaya ve küflenmeye başladı. Yaz aylarıdır sinek olur dedim. Hala yaptığım reformun kötü bir sonuç verebileceğini düşünmüyorum… Diktatörlük kurmuşum adeta çiçeklerin üzerinde. Otoriter yapıda bir ebeveynim hatta. Asla iletişime geçmiyorum verilen mesajlarla, dediğim dedik çaldığım düdük devam.

Sonra bu sinekler artık eve dolmaya başladı ve beni rahatsız etmeye başladılar, mutfakla balkon yan yana olduğu için mutfağa musallat olmaya başladılar. Kısaca tadımı iyice kaçırdılar. İlgilenmek icap etti. Giydim eldivenleri çıktım balkona. Saksıları tek tek indirdim. Gerçekten berbat haldelerdi. Kendimle verdiğim savaş yüzünden az daha çiçekleri telef ediyormuşum. O tadımı kaçıran sineklere neredeyse teşekkür edecek konuma geldim.

Uzun lafım kısası, üzerini ponzayla yoğun bir şekilde kapattığım saksılarda küf, yosun ve kireç (musluk suyunda da olur) tabaksı oluşmuş. O yüzeyleri sıyırdım. Üstteki tabaka altta kalan toprağın nefes almasını engellediği için toprak havasızlıktan balçık, beton gibi olmuştu. İnce bir tel veya şiş veya kullanmadığım bir kalem de olur kenarları eşeleyerek (köke gelmemesine dikkat ederek) hava almasını sağladım. Daha sonra bir avuç yeni kuru toprak ekleyerek hazırladığım sineksavar ilacı sıktım. Sinekler aloa veralarımın dipçceğezlerini mesken tutmuş, yuva yapmış. E ben onlara saray yapmışım merkezi ısıtmalı, buyur etmişim, onlar gelmiş çok mu?

Neyse, bütün saksılarımı bu işlemden geçirdikten sonra yerlerine koydum.

Sineksavar, haşere savar el yapımı ilacım;

1 litre suya yarım çay bardağı sirke,

limon kabuklarını suda birkaç gün bekletip, suyuyla seyrelileterek oluşturulan sineksavar,

sütün ve suyla seyreltilerek oluşturulduğu karışım,

aspirinli su.

 

Bunlar evde kolayca yapabileceğiniz “savarlar”. Bizim evde sirke vardı, ben onu yaptım. Geçmezse limonu deneyeceğim baya etkili olduğu söyleniyor.

Psikolog prospektüsü!

Son günlerde gündemde olan; psikolog olmayıp bu ünvanla birlikte kullanan koçlar, manevî danışmanlar, bilinçaltı temizliyicileri, her şeylerin terapistleri ve aklıma gelmeyen daha bir çok kelime oyunuyla süslenmiş şatafatlı danışmanları gördükçe böyle bir yazı oluşturmaya karar verdim.

 

Muhakkak ki her alanın farklı alanlarca suistimale uğradığı oluyordur. Biz psikologların bir meslek yasası olmadığı için maalesef diğer mesleklere göre daha fazla suistimale uğradığı hazin bir gerçektir. Hal böyle olunca bize bilgilendirmek, bilinçlendirmek, kulağa az da olsa kar suyu kaçırmak düşer.

 

Bir psikolog ne yapmaz, sahte psikolog ne yapar onlardan bahsedelim…

 

1-Psikoloğu psikolog yapan temel ehliyeti #lisansdiploması dır. Eğer bir kimse asgari eğitim yılı 4 yıl olan üniversitelerin #psikoloji bölümünden mezun bir lisans diploması yoksa #psikolog ünvanını alamaz. Lütfen danışmanlık almadan önce gittiğiniz kişilerin akademik kariyerlerini sorgulayın, sorun.

 

2- Psikolog tavsiye vermez! Psikolog sizin yerinize karar vermez, size ne yapacağınızı söylemez!

 

3- Psikolog arkadaşınız olamaz, profesyonel bir hizmet almak istiyorsunuz profesyonel bir ilişki içinde olmanız gerekiyor.

 

4- Psikolog ilaç, muska, iksir, tılsım, büyü yazmaz, önermez!

 

5-Psikolog sizi yargılamaz, eleştirmez, yadırgamaz.

 

6- Psikolog danışanın bilgi ve onayı olmadan, terapide konuşulan, paylaşılan bilgileri üçüncü şahıslara aktarmaz, katıldığı sosyal ortamlarda bu konulardan bahsetmez.

 

7- Psikolog hakim olmadığı konularda faydası dokunmayacağını bilir para kazanmak uğruna kendisine başvuran kişileri oyalamaz; alanında ilgili uzmana yönlendirir. Her psikolog her konuya hakim olamaz.

 

8- Psikolog hiçbir şekilde din,dil,ırk,cinsiyet,vb ayrımı yapmaz.

 

9- Psikolog vaat vermez, sizden istemediğiniz bir şeyi yapmanızı istemez ve yönlendirmez.

 

10- Terapi, koşulsuz kabul şartı altında zamana yayınlan birlikte düşünme sürecidir. Seans garantisi olmaz. İnsan ruhu makine değildir… 🙂

 

*Psikolog olduğundan şüphelendiğiniz ve diplomasını sorduğunda göstermeyen veya bu şartlara uymayan biriyle karşılaşırsanız;

https://www.psikolog.org.tr/tr/forms/sahte-psikolog-bildirimi

 

sayfasından “sahte psikolog bildirimi ” kısmından bildirebilir, derneğe ulaşıp detaylı bilgi alabilirsiniz.

 

#türkpsikologlarderneği #psychology

 

Betondan Bir Şeyler

Pandemi günlerinde kafayı yememek adına yapılan etkinliklerde bugün, betondan bir şeyler yapmak var. Bu yola pinterestte gördüğüm betondan saksılar yapma düşüncesiyle çıktım fakat saksı dışında birçok şey yaptım. Betondan mumluk, betondan bir şeyler koymalık, betondan para koyma eli.. Aşırı keyifli ve eğlenceli geldi bir şeyler üretmek (gereksiz olsa bile). Ki bence mumluk hiç gereksiz bir şey değil. Boyama kısmı, kalıba koyma ve nasıl bir şey çıkacağını merak etmek… Bu ufak heyecanlar karantina günlerini oldukça çekilir kıldı. Size nasıl yaptığımı, anlatacağım belki bu vesileyle çok daha iyi ürünler ortaya çıkar.

 

Öncelikle nalburdan normal beton ve beyaz beton harcı almıştım. (kg. 2 TL) Harcı hazırlamak için su e beton tozuna ihtiyacımız var sadece, bulabilseydim mermer tozu da alacaktım fakat bulamadım. Mermer tozu daha pürüzsüz yapıyor karışımı. Hangi kalıba göre yapacaksanız o kadar toz koyun, suyu ise size vereceğim iki tiyoya göre ne kadar koyacağınıza kendiniz kara verin. Koyu bir harç yaparsanız yani az sulu, çabuk kurur ama topak kalma ihtimali çok olacağı için çatlaklı ve pürüzlü olabilir. Suyu çok koyarsanız yani bir fazla akışkan akışkan yaparsanız geç kurur ama pürüzsüz bir görünümü elde etmeye yakın olabilirsiniz. Fakat geç kuruyacağı için üstüne bir şeyin dökülmemesine dikkat edin, benimki balkonda kalmıştı her türlü pisliği almıştı sonra zımparalayınca düzeldi elbette. 3,5 bardak toza 1 bardak su yeterli oluyor. Daha sonra kalıba betonu doldurun ve kurumaya bırakın. Çukur oluşturacağınız yeri çok fazla derine itmemeye çalışın, ben bir tanesini fazla ittiğim için kalıptan çıkarırken parçalandı. Tamamen kurduktan sonra boyayabilirsiniz. Kalıptan çıkarmak için en az 1 gün bekleyin, tamamen kuruması için 3-4 günü buluyor.

 

İşte benim yaptığım sanat eserleri.

 

Çiçeklerle Empati Kurmak

Çiçeklere olan ilgim her zaman vardı, özellikle iç mekan bitki yetiştirmeciliği her zaman ilgimi çekmiştir. Karadenizli olmam, dedemin ve babamın (göç edene kadar) topraktan geçim sağlamalarının getirmiş olduğu genlerin de etkisi vardır elbet. Bir ayağımızın fındık bahçelerinde olması da cabası. Bundandır ki İstanbul’da bir dairede bir avuç toprak dolu saksılarda bu geni yaşatmaya, bu ihtiyacı gidermeye çalışıyoruz.

 
 

Öncelikle bitkiler ile yaşamın benzerlikleri hakkında biraz yazacağım. Çok kısa bir dönem iç mekan bitki yetiştiriciliği temel eğitimini almış bulundum. Bitki yetiştirirken doğanın kanunlarını da öğreniyorsunuz. En basiti ortamını sevmeyen, saksısını sevmeyen bitkiler ya yavaş büyüyor ya hiç büyümüyor ya da ölüyor; ortamına ne kadar dayanabildiğiyle doğru orantılı olarak. İnsanın da en temelde hayata bağlanma süreci böyle değil mi? Yaşadığı ortama fiziksel-psikolojik dayanıklılığıyla doğru orantılı olarak ne kadar iyi uyum sağlar ne kadar severse o kadar başarılı bir gelişim süreci oluyor. Bir başka yönden, çok fazla bakım isteyen bitkilerin bir gün bakımını aksattığınızda solabiliyorlar, tam tersi dayanıklı bitkiler günlerce ilgilenmeyin hiçbir şey olmadığını görüyorsunuz. Bitkiler onlarla vakit geçirdikçe, çeşitli türler yetiştirme deneyimini yaşadıkça tıpkı diğer canlılar gibi ne kadar çeşitli ve özel olduklarını kavramanızı sağlıyor. Başta dediğim gibi yaşamın kurallarını öğretiyor uzun süre beraber olursanız. Aslında uzun zamandır da beraberiz bitkilerle, nasıl bir insanı dinlemedikçe onu tanımadıkça duygudaşlık kuramayız veya onun hakkında fikir yürütemeyiz işte en genel anlamda bir varlığı tanımak için de üzerine eğilmemiz gerek. Ben o kadar uzun süredir beraber değilim fakat yetiştirme sürecinde bana kattığı tecrübelerin kendimi tanımama ve bazı yönlerimi törpülenmeme yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Bitki yetiştirmek sabırsız bir insana bekleme süresinin aslında bekleme-durma olmadığını; bu süreçte sonuca hizmet eden gelişmelerin olgunlaşmanın devam ettiğini öğretiyor.

 
 

Birçok çiçek türü için de insanlara ait sıfatlar atfettiğimizi biliyoruz. Örneğin; nazlı, dayanıklı, uyumlu, arsız, kırılgan, boynu bükük, vs. İşte bu tür sıfatlardan birine sahip bir bitkiyi evinize aldığınızda aslında ağır çekimde o insanla yaşamaya başlıyorsunuz. Kendi kişilik yapınızı düşün, daha sonra bildiğiniz bitkileri aklınızdan geçirin. Hangi bitkiye benzediğinizi, ilk aklınıza geleni bir kağıda yazın. Sonra düşünün neden bu bitkiye benziyorsunuz, hangi yönlerinizi benzettiniz. Eğer yetiştirebileceğiniz bir bitki-çiçekse alın ve yetiştirin size çok şey öğreteceğini göreceksiniz. Her şeyde olduğu gibi seçtiğiniz çiçeğin görsel olarak güzel gözükmesini istiyorsanız bakımını özenle düzenli yapmanız gerekiyor; ondan bir fayda, meyve bekliyorsanız sabırlı olmanız gerekiyor ve uygun ortamı stabilize etmeniz gerekiyor, ondan sadece öylece dursun istiyorsanız yaşayacak kadar su vermeniz gerekiyor, ekstra verim istiyorsanız gübre, ilgi artı bakım yapmanız gerekiyor…

 
 

Yani kısaca hayatımızın ve ilişki yapılarımızın bir simülasyonu gibidir bitki yetiştirmek. Tüm bu çabaların sonunda mutlu olmak, üzülmek, hayal kırıklığına uğramak, vazgeçmek gibi duyguları da size yaşatan bir meşgale, simülasyon…

Aloe Vera Nam-ı Diğer Sarısabır ile Hasbihal

İlk yetirmeye başladığım bitkilerden biri olan aloe vera hakkında nasıl yetişir, etinden sütünde nasıl faydalanabilirsiniz kısaca yazacağım.

“Aloe iç mekânlar için güzel bir süs bitkisi olarak rahatlıkla yetiştirilmektedir. Balkonlarda, salonlarda ve bahçelerde kolay gelişmektedir. Ancak Yavaş büyür. Aloe bitkisi açık ve kapalı ortamda rahatlıkla gelişebilir. Aloe bitkisi ”aloaceae” ailesine ait bir bitkidir. Sabırgillerin takiben 350 alttürü mevcuttur ve bunlardan en çok iki tür kullanılır ve bunlar: sarısabır; aloe vera (a. barbadensis) ve kap-sabırı; aloe ferox (aloe capensis) diye anılır. Türkçede sadece aloe vera (sarısabır) diye anılan bu bitki genellikle sarıçiçek açtığından bu adla anılır. Eskiden aloe bardensis diye anılmasının sebebi Barbados adasında ihracının yapılmasından dolayıdır. Ana yurdu Afrika kıtasıdır. Ülkemizde güneybatı ve güney bölgelerimizdeki sıcak yörelerde yabani olarak da yetişmektedir. Bunların birçoğu da salon, balkon ve bahçelerde yetiştirilir. Aloe bitkisinin yaprak renkleri griden yeşile kadar değişir. Kimi türlerinin yaprak kenarları sivri dişli, kimi türlerin bu dişleri ufak ve yumuşaktır. Bazı türlerin yaprak kenarları dişsizdir. Çiçek renkleri yeşilimsi beyazdan sarıya kadar değişmektedir. Kültür türü aloelerde kırmızı ve turuncu renkli çiçekler de elde edilmiştir. Yılın her zamanı çiçekçilerde satışa sunulur.”

 
 

Aloe vera hakkında profesyonel, çok daha kapsamlı bilgilere yukarıda alıntısını yaptığım kaynaktan ulaşabilirsiniz. Ata linkini koydum.

 

Benim yetiştirdiğim aloe vera nam-ı diğer sarısabır yani barbadensis türü. Adından da anlaşıldığı üzere çok yavaş büyüyen ve çiçek açmayan bir tür. İlk yetiştirmeye başladığımda bir köktü şimdi 20-25 saksım var, çoğunu eşe dosta hediye ettim. Aloe vera bakımı bence kaktüsten sonra bakımı en kolay bitkilerden biri. (Zaten kaktüsle ortak familyadan.) Özellikle kışın kalın muşambayla dolabın üzerini örtüp, ilkbaharda tekrar açana kadar sadece 3-4 kere su vermem yeterli oluyor. Çünkü toprağı her daim nemli oluyor. Toprağının kuruduğunu fark ettiğinizde su vermeniz kâfi. Bir de ayda 1 saksının kenarlarından toprağın hava alması için toprağı karıştırırsanız kökleri hava alır ve daha iyi gelişir. İlkbaharda tekrar açtığımda rengi daha koyulaşmış, yaprakları dolgunlaşmış halde buluyorum. Bence aloe veralara kış yarıyor, ya da sera etkisi diyebiliriz J. Çok gerekliyse yılda 1 kere, ben iki yılda 1 saksılarını değiştiriyorum. Aloe vera saksılarında nemli toprağı sevdikleri için solucan oluşabiliyor, o yüzden yılda 1 kontrol etmekte fayda olduğunu söyleyebilirim. Kenardan köklere zarar vermeyecek şekilde karıştırdıkça da kontrol edebilirsiniz. Azalan toprağın üzerine ne yeni toprak koymayı unutmayın yıl içinde. Aloe vera kökünden yavru veren bir tür. O yüzde ayırırken çok hassas olmak gerekiyor hem ana bitkinin köklerine hem de yavru bitkinin köklerine zarar vermemek için. Ben şiş kullanıyorum. Önce toprağı şişle karıştırıp gevşetiyorum, kökler de gevşesin diye daha sonra en dipten yukarı doğru küçük küçük yavru aloe verayı yukarı itiyorum. Toprağı gevşetmek çok önemli öncesinde. Mümkünse yakın zaman su vermemiş olun. Ayırdığınız yavruyu kökleri kıvrılmayacak dik şekilde yeni saksısına koyun, eski saksından eski toprağından bir miktar yeni saksısına koyabilirsiniz. Daha son her iki saksıya da yeni toprak ilaveleriyle su verip gelişmeleri izleyebilirsiniz.

 
 
 

Aloe vera ne işe yarar? Uzun bir süredir faydalandığım bir bitki olduğu için kendi deneyimlerimden yola çıkarak size faydalarını sayabilirim.

 

· Cildinizde bir yanık meydana geldiğinde (açık yara olmamak şartıyla) eğer varsa buzlukta aloe vera özünü sürebilirsiniz yoksa direk ucundan koparıp jelini de sürebilirsiniz ertesine güne iyileştiğinin göreceksiniz.

· Aloe vera jeli cildi nemlendirme ve hücreleri yenilemeye yardımcı olduğu için kuruyan çatlayan el,dirsek,yüz,vs bölgelerine direk jeli uygulayabilirsiniz. Anında nemlendirir. Düzenli olarak kullanırsanız da farkı görebilirsiniz.

· Sivilce yaralarında sürdüğünüzde hemen kapanmasına yardımcı olur ve kızarıklık görüntüsünü alır.

· Çeşitli maskeler ve karışımlarla hem cildinize hem saçınıza bakım uygulayabilirsiniz.

Kür, maske ve krem yapımı önerileri;

· Öncelikle aloe vera bitkinizin erişkin yapraklarından (altlarda olur) ihtiyacınız olduğu kadar bıçakla veya makasla kesin.

 

· Ucundaki sıvını akmasını beklemek için dik bir şekilde bir yere koyup 1-2 saat bekletin. Ya da suyla suyla yıkayıp ucunu kesip direk jelini de alabilirsiniz.

 

· Soyacak yardımıyla üstünü sıyırın.

 

· Kaşık yardımıyla sıyırın içindeki jeli sıyırın.

 

· Sıyırdığınız jelleri bir kaba koyun ve blenderda çekin.

 

· Elde ettiğiniz aloe vera özünü;

– saç spreyi olarak,

– yüz temizleme suyu veya günlük bakım nemlendiricisi olarak,

– buzluğa koyup duştan sonra yüzünüze bir buz küpünü sürebilirsiniz,

– gözlerinizi dinlendirmek pamuğa buzdolabında muhafaza ettiğiniz aloe vera suyunu ıslatıp göz pansumanı yapabilirsiniz,

– limonla karıştırıp leke olarak yerlerinize düzenli uygularsanız geçtiğini görürsünüz,

– kahve, yumurta akıyla karıştırıp yüz maskesi yapabilirsiniz,

– balmumu veya C vitamini tozu ile karıştırıp uzun süre kullanacağınız krem elde edebilirsiniz.

 

*Saf aloe vera özü buzdolabında maksimumum 10 gün, buzlukta eriyene kadar kullanabilirsiniz.

Şubat 2020 Kars Seyahatim

Merhabaa,

Bu benim ilk blog yazım, düşündüm ne hakkında yazsam ne hakkında yazsam diye tabi ki en iyi yaptığım ve en çok zevk aldığım ayrıca da en son yaptığım seyahatim hakkında yazmaya karar verdim. Malum tam şu sıralar zamanı: Doğu Ekpresiiii!

 

Seyahatimi gidiş uçakla, dönüş trenle olacak şekilde planladım. Çok fazla vaktim olmadığı için de ve biraz son an planı olduğu için bir günümü Kars’a ayırmak zorunda kaldım. Sabah 07.15 uçağıyla Sabiha Gökçen Havalimanın’dan Kars Harakani Havalimanı’na indim. İndiğimde saat 09.00’du. Planlanan uçuş saatinden 15 dk. erken vardık. (Pilot kestirmeden gitti sanırım.) Tabi ki erken varılan 15 dk. bagajları bekleme süresine eklendi. Bagajları beklerken şehir merkezine nasıl gidebileceğimi oradaki görevlilere sordum. Aslında gelmeden önce birkaç taksi araştırmıştım fakat şehir merkezine giden minibüsler varken taksiye gerek duymadım. Şöyle bir parantez de açayım yeri gelmişken; eğer birden fazla kişi bu seyahete çıkıyorsanız Kars’a varmadan taksi ayarlayabilirsiniz. Benim konuştuklarım, Ani Harabeleri, Çıldır Gölü, müzeler, şehirci, alışveriş yerleri, uçak transferi, tren transferi yani

kısaca Kars havasını solumaya başladığınız andan itibaren bütün ulaşımınızı taksi karşılıyor. 300-400 lira civarı bir maliyeti var. Fakat ben tek başıma gittiğim için ve gittiğimde tur saatlerini kaçırıp, benim gibi turist arkadaşların merkezde bulunma zamanlarında olmadığım için ekip olabileceğim kimse olmadığından mütevellit taksi seçeneğini başka türlü değerlendirdim. Onu ilerleyen satırlarımda anlatacağım. 5 lira vererek hemen havalimanın önünden kalkan şehir içi araçlara bindim. Kars minyatür bir şehir. Hem çok düzenli hem küçük. Bir kareyi eşit 9 parçaya bölmüş gibi bir şehir içi var, her yer aynı yere çıkıyor veya varmak istediğiniz yere varmak için kaybolma şansınız yok.

Kaldığım yer defterdarlık misafirhanesiydi. Minibüsteki şoför beni önünde inidirdi sağolsun. Gitmeden 3-4 önce misafirhaneyi arayıp yer ayırtmıştım. 1 ay öncesinden aramıştım bana gelmenize 3-4 gün kala arayın öyle yer ayırtıyoruz demişlerdi. Uzun bir zaman dilimi için yer ayırtmıyorlar anladığım kadarıyla. Gürel Bey ile görüştüm, tanıştığım

bütün Kars ahalisi gibi o da sıcakkanlı ve güler yüzlü bir abimizdi. Defterdarlık misafirhanesi diğer çoğu devler binası ve özel işletmelerin binaları gibi eski bir bina. Bu binalara “Baltık Mimarisi” deniliyor. 40 yıl Rus işgalinde kalan Kars’a Rusya’nın kuzeyinde Baltık denizi tarafında uygulanan bir mimari anlayışı 1882’lı yıllarda Hollanda’dan getirdikleri mühendislerce uygulamışlar. Gerçekten nefis yapmışlar. Kaldığım yer de eskiydi haliyle ama bir gece kalacağım ve sadece yatmak için gidecektim. Çok sıkıntı olmadı. Ücret tarifesi ise sivil 35, kamu 25, öğrenci 20 lira.

Eşyalarımı yerleştirdim, üzerimi değiştirdim, şehri turlamaya ve kahvaltı yapmaya çıktım. Saat 10’a geliyordu. Kars’a gelmeden yaptığım araştırmalara göre özel turlar sabah 08.30 da kalkıyordu. O yüzden onları kaçırmıştım. Eğer bir gün daha kalma şansınız olursa veya önceki geceden gelirseniz Kars merkezden kalkan günlük turlar var ve oldukça uygun. 50-60 lira civarı yukarda taksiyle gezebileceğiniz yerleri bu turlar üstelik rehber eşliğinde gezdiriyorlar. Şehir merkezinde ofisleri oluyor. Bir Kars Özel İdarenin sadece Ani Harabelerine giden bir aracı var. Araştırmalarıma göre günde 2 kere kalkması gerekiyordu. Sabah 09.00 ve 12.00 olmak üzere. Kahvaltı yapmak için gittiğim yerde sorup soruştururken kış tarifesine geçtikleri için 12.00 servisini kaldırmışlar. http://www.karsozelidare.gov.tr/kars-ani-antik-kenti-arasi-yolcu-tasimaciligi-mevsim-sartlari-goz-onunde-bulundurularak-guncellenmistir Siteye girip baktığımda da güncellemişlerdi. 8-10 lira civarı bir şeydi bu da. Bunu da kaçırmıştım. Tek çare taksi. Kalmıştı, gezi grubuna katılabileceğim bir grup da yoktu merkezde, herkes ya turla ya servis ya özel araçla dağılmıştı. Kahvaltıyı Ali’s Paradise Cafede yaptım. Kahvaltısı oldukça doyurucu ve ortalama fiyattı. 25 liraydı sanırım. Orada nasıl gezebileceğimi sordum (bütün imkanları kaçırmışken), ben kahvaltı yaparken sağolsunlar baya sorup soruşturdular. Gerçekten çok yardımsever bir millet. Bir taksi ayarladık, Ani harabeleri ve şehir içini dolaştıracak, Çıldır Gölüne gitmekten feragat ettim. 150 liraya anlaştık. Ani Harabeleri merkezden 35-40 km uzaklıkta, 45 dk falan sürüyor. 12:30 gibi harabelerdeydim. Girişte 5 lira ücret ödeniyor, müze kart geçmiyor. Girince nutkum tutuldu, manzara mükemmeldi, hava da çok güzel açıktı. Yer bembeyaz, gök masmavi. (Bu arada kesinlikle gözlüksüz gitmeyin. Ben gözlük almayı unuttuğum için ağlayarak gezdim bütün alanı.) Karşıda uzanan dağlar iki dağın arasında akan ve Ermenistan-Türkiye sınırını çizen

Aras Nehri, bu büyük alan üzerinde medeniyetin,kültürün her bir parçasını oluşturan tarihi yapılar bir buçuk saatlik keşfim boyunca bana eşlik etti. Ben geç gittiğim için alanda sadece ben vardım, iyi ki sonrada gitmişim ayak izlerini takip ederek dolaştım. Öyle ki karın belime geldiği kısımlar oluyor ve altında taşlar olduğu için göremeyip bir yerimi incitme ihtimaline karşı daha önce yürünen yollar en güvenlisiydi. Tabi bazen kestirme yapayım diye kara saplanıp geri ayak basılan yola dönüp yolu uzattığım da oldu. Siz ayak izinden şaşmayın . Ben alanda debelenirken taksi beni bekliyordu. Döndüğümde güvenlik görevlisinin dürbünle beni izlediğini fark ettim, alanda sadece sizi kaldınız sizi izliyordum dedi. Tebessüm ettim. Sonra merkeze döndüm, Kars Kalesini, Harakani Türbesini, Taş Köprüyü, Hamamları ve Kars’ın sokaklarını gezdim. Çok uzun sürmedi çünkü zaten hespi aynı lokasyondaydı. Kars’ın en sevdiğim özelliği, müzeleri şehrin diğer kısmındaydı geç olduğu için müzelere gidemedim. Kafkas Cephesi Müzesini Merak ediyordum. Kars’da dikkatimi çeken şey, camii ve hamamın çok olması. O kadar çok camii ve hamam var ki, bunların çoğu tarihi olmak üzere.

Buraları da gezdikten sonra alışveriş zamanııı! Babam küflü peyniri çok sevdiğinden ve elbette ki Kars diyince akla kaşarı geldiğinden birkaç kilo peynir aldım. Kilosu 30-40 lira civarı. Ben özellikle küçük, gelenek dükkanları tercih ettim. Şekilli, süslü, püslü, ambalajcı dükkanlar nedense bana cazip gelmiyor. Hediyelik eşyalarım ve ertesi sabah tren için yiyecek içecek stoğum için alışverişlerimi de yaptıktan sonra. Bir iki saat dinlenmek için misafirhaneye geçtim.

Biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için kaz eti yemeye, sabah kahvaltı yaparken aldığım tavsiyeler üzerine, kaz etini asıl tanıtan ve yapan yerde yemeye gittim. Kars Ocakbaşı Restaurant’ı tavsiye etmelerine şaşırmamak gerekir çünkü gerçekten çok güzel ve lezzetliydi. Kaz etinin yanında 10 çeşit ikram, hoşaf, pide, çay, tatlı, kahve ve hoş sohbetleri, güler yüzleri akşamımı güzel bitirmemi sağladı. Misafirhaneme döndüğümde oda arkadaşımla tanıştım. Çok

tatlı bir kızdı, bana Kars hakkında bir sürü şey anlattı. Dinlerken uyuyakalmışım…

Ertesi sabah 08:00 da olan tren için 07:30 da uyandım, dün beni gezdiren taksiyle konuşmuştum. 15 liraya gara bıraktı. Trene binerken başka kompartımandan çok tatlı bir kızla tanıştım.

Tren macerasına geçmeden önce, Kars hakkında gitmeyi düşünüyorsanız birkaç bilgi vermek isterim.

Konaklama;

· Kars Defterdarlığı Konukevi Öğreci 20, Kamu 25, Sivil 35 Tl

İletişim: Gürel Bey 535 716 45 41

· Kars DSİ 24. Bölge Müd. Misafirhanesi Kamu 44, Sivil 63 Tl

İletişim: 0474 223 57 20

· Kafkas Üniversitesi Misafirhanesi 80 Tl

İletişim: 0474 242 68 35 (Nihat Bey)

· Kars Öğretmenevi İki Kişi 195 Tl

· Arpaçay Çanaksu Kütük Ev 350 Tl (Çıldır Gölü Manzaralı)

 

Ulaşım;

· Havalimanı-Şehir Merkezi Minibüsler 5 Tl

· Kars Özel İdaresi, Kars Sanatevinin Önünden Ani Harabeleri Servisi (Kış 10.00, Yaz 10.00-12.00 saatlerinde)

· Taksi (Ani-Çıldır-Şehiriçi-Müze-Tren-Uçak-Otel Transferleri) 300-400 Tl

Yetkin Bey 546 550 57 07

Tacettin Bey 536 595 83 24

Yüksel Bey 530 471 89 39

· Şehir Merkezinden Kalkan günübirlik turlar sabah 08.30

 

Ukte kalan yerler:

· Sarıkamışta kayak

· Çıldırda balık tutma

· Kafkas Cephesi Müzesi

· Erzurumda cağ kebabı

08.00’da tren hareket etti. Eşyalarımı yerleştirdim. Tren biletlerini alırken 2 kişiydik, 2 koltuk bana 2 koltuk ortağıma almıştık. Fakat daha sonra ben tek yola çıkmak durumunda kaldım. Aynı anda alınan biletler parça parça geri iade edilemediği için 4 koltuk yani bir kompartıman bana kaldı. Burada bir parantez açmak istiyorum kompartıman yani örtülü kuşetli doğu ekspresi kompartımanı 4 kişilik ama eğer rahat etmek istiyorsanız 2 kişiliğe daha uygun, eğer valizleriniz az, sadece sırt çantanız var ise 4 kişi de sığabilirsiniz. Fakat 4 kişi için alan dar olabilir. Ben tek kişiydim oldukça rahattım. Tek priz var o yüzden bana yetti. Birden fazla kişiler için uzatma priz şart. Nevresim ve yastığı görevliler hareket edip, biletleri okuttuktan sonra dağıtıyor. Yalnız yastıklar biraz küçük (bebek yastığı) o yüzden kendiniz de getirebilirsiniz. Ben 4 yastığı birden aldığım için rahattım. Burası biraz sıkıntılı oldu; biletleri okuttuktan sonra nevresimleri dağıtan görevli bana bir tane verdi. Ben de 4 tane biletim olduğunu ve en 1 tane daha almak istediğimi söyledim. Görevli benim tek biletimi okutmuştu. Diğer koltukların da benim olduğunu söyledim, o zaman ekstra para ödemem gerektiğini söyledi. Çünkü bir kişi sadece 1 koltuğu indirimli alabilirmiş. Kalan 3 koltuk için koltuk başına 8,5 Tl fark ödedim ve 4 nevresim 4 yastık aldım. Ödemeyi yaptıktan sonra da şöyle bir bilgi verdi. Eğer diğer koltukların biletlerini okutmasaydı,

TCDD bilet kullanılmadı diye bilet parasını geri iade ediyormuş ya da açık bilete çeviriyormuş.

Nevresimler temizdi, gönül rahatlığıyla serdim, oda da oldukça sıcaktı tişört ve taytla hiç üşümedim. Vagonunu sonunda ve başında biri klozet biri alafranga olmak üzere 2 tane tuvalet var. Çok bir beklentiniz olmadığı sürece temiz ve iş görürlerdi bence. Sıcak su almak için trenin restoranına gittim, sıcak su veremeyeceğini çay alırsam ancak sıcak su temin edebileceğini söyledi. Ben küçük ketıl veya kahve makinesi almayı akıl edemediğim için mecbur almak zorunda kaldım. Verirken termosta vermelerini ve kaç bardak alırsa o kadar koymalarını rica ettim. Restorandan termosla sıcak su aldıktan sonra her şey daha güzel ve kolay oldu. Tren yolculuğum boyunca önereceğim i şeyler; termos-ketıl-priz. Peçete,ıslak mendil, sandviç, abur cubur onları zaten saymıyorum. Aldığım çoğu şeyi de yiyemedim çünkü ilerleyen saatlerde diğer kompartımanlardan tanıştığım dünya tatlısı insanların odalarında vakit geçirdik. Çok eğlendik. Halaylar, çaylar, kahveler, kahvaltılar, tabular, oyunlar, karaokeler, videolar, … Bu arada alkol içmek isteyenler diğer içecekler gibi onu da yanında getirebiliyor. Trenin tek kuralı vagondaki diğer insanları rahatsız etmemek. Zaten bizim vagon yolculuğun sonlarında artık baya kaynaşmıştı.

Tek başlayan yolculuğum bir birinden güzel insanlarla tanışarak çok eğlenceli bitti. Tek geçirdiğim anlar da çok huzurlu ve keyifliydi. Tek, çift, 4’lü, 10’lu her türlü keyifli olacak bir yolculuk. Odamda tek takıldığım saatler, manzaraya bakara, odanın sıcaklığında hem ruhumu hem bedenimi dinlendirdiğim huzurlu saatler olarak anı hafızama kaydedildi.

Yolcuğun 24 saat sürmesi gerekirken 2 saat uzamasıyla 10.00’da Ankara Gar’a vardık. Vedalaşma pozlarından sonra kalan ekiple Anıtkabire çıktık. Ankara Gar-Anıtkabir arası çok yakınmış, giderken minibüsle 5 dk da gittik. Dönüşte yürüyerek 20 dk da döndük. Valizlerimizi gardaki emanet dolaplarına bıraktık. Emanet dolaplarını kim icat ettiyse aklına sağlık. Ankara Gar dan ekip otogara dağıldı taksiyle 10 dk bir mesafedeydi.

Ben trenle sonraki gezi durağım 1,5 saat süren Eskişehir’e geçtim.